BİR GARİP RAHİM HİKAYESİ : WOMB (2010)

WOMB (2010) İNCELEME
Yönetmen ve senarist Benedek Fliegauf  imzalı , Almanya yapımı ve çekimleri  North Sea Coast da gerçekleşen , tartışmalara ve sorulara açık bilimkurgu – dram türündeki Womb filminin konusu kısaca şöyle :
Büyükbabasıyla sahil kasabasında yaşayan  9 yaşındaki  Rebecca  (Eva Green ) bir gün  Thomas (Matt Smith) adında bir çocukla tanışır ve arkadaş olur . Birlikte bir süre vakit geçirirler ve yavaş yavaş arkadaşlıkları aşka dönüşür . Bazen aynı evde kalırlar , bazen çürük bir tekneden kumsalı izlerler. Yani hem dost hem aşık iki çocukturlar. Fakat bir gün bu mutlu beraberlik kesintiye uğrar .Çünkü Rebecca , annesinin işi sebebiyle Tokyo’ya gitmek zorundadır . Bunu öğrenen Thomas şaşırır ve elinden bir şey gelmeyeceği için sadece sevdiği kıza ilk öpücüğünü vererek gidişine sessiz kalmakla yetinir. Her ne kadar yolcu etmeye geleceğini söylese de ertesi gün orada olmaz . Rebbecca da vapura binip 72. katta yaşayacağı eve doğru yol almaya başlar.



12 yıl sonra Rebecca genç bir bayan olarak karşımıza çıkar.Matematik okuduktan sonra yazılım tasarımcısı olmuştur ve sonar cihazların yazılımı işiyle uğraşmaktadır. Büyükbabası ölmüştür ve kasabaya tekrar geri gelmesinin bir tek sebebi vardır : çocukluk aşkını bulup kaybettikleri yılları telafi edebilmek. Thomas onu ilk görüşte tanımasa da adını söylemesine gerek kalmadan anlamlı bakışlarıyla o küçük kız çocuğunu anımsar.Daha sonra uzun bir sohbete koyulurlar ve birbirlerinden hiç ayrılmamışlar gibi kaldıkları yerden günlerini geçirmeye, sevgi dolu anlar yaşamaya başlarlar. 
  


Bu arada Thomas da boş durmamıştır , biyoloji bölümünü bitirip Pollungroup adında çevreci bir grubun üyesi olarak çalışmaktadır. Estetik ameliyatlar, hayvan ve insan klonlama gibi işler yapan bir sağlık merkezini protesto etmek ve eylem düzenlemek için hazırlıklar yapmaktadır. Bu iş için gideceği zaman Rebecca’nın  da katılmak istediğini söylemesi üzerine arabayla yola çıkarlar. Yolculuk sırasında tuvalet molası veren çift yol kenarında dururlar , Rebecca ihtiyacını gidermek için otlara doğru yöneldiğinde  arabadan inen Thomas ‘ a , otoyolda  hızla gelen bir araba çarpar . ( Bu kısım kameraya arkası dönük bir şekilde duran Rebecca’nın şiddetli çarpma sesini duyduğu ve ağır çekim kafasını çevirdiği bir andı. İnsana I Origins filminin korkunç asansör sahnesiyle benzerliğini hatırlatıyor izleyenler bilir.) 


Thomas'ın ölümüyle yolları tekrar ayrılan aşıkların bir araya gelemeyeceğini düşünecek olursanız yanılırsınız.Çünkü hayata geri gelmesi ,güzel bir ömür geçirmesi , sevdiği adama kavuşma isteği Rebecca'ya yasallaşmış insan klonlama yöntemini kullanarak Thomas'a sıfırdan bir hayat yaratma fikrini verir. Anne ve babasından gerekli izinleri alarak mezardan çıkartılan DNA örnekleriyle Thomas'ın embriyosu taşıyıcı anne rolünü seve seve üstlenecek olan Rebecca'nın rahmine yerleştirilir. Yapılmasına karşı çıktığı ,engellemek  için giderken öldüğü klonlama yöntemiyle bir insanın yaşama tekrar gelmesi fazlasıyla ironik olsa gerek.



Filmin buradan sonrası sorgulama ve düşünmeye itiyor insanı .Bir kadındaki annelik güdüleri, doğurganlık ,çocuk sahibi olma gibi istekler zamanla gelişen belli bir olgunluğa ulaşınca ortaya çıkan bir durumken Rebecca karakterinde bu çocukluğundan beri süregelen bir şey. Yalnız kalınca sürekli kendi bedeniyle temas halinde olması , rahmine olan özel ilgisi Dünya’ya gelme amacının annelik olduğuna işaret eder gibi. Yine de bir insan bu kadar çabuk karar vererek sevdiği adamın annesi olma fikrine nasıl alışır ? Klonlama her ne kadar yasal olsa da toplum tarafından hala benimsenmemiş , kültüre ve etik dediğimiz değerlere tam anlamıyla geçmemiş bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Hal böyle olunca sizi dışlayan insanlar, yargılayıcı bakışlar ve izolasyon kaçınılmaz. 


Anneliğin verdiği şefkat ve çocuğuna bağlanma gibi duygusal durumlar Rebecca da önce sevgilisi olduğunu bilmenin verdiği bilinçle Thomas’ a olan yaklaşımı bir çeşit iç içe girme durumuna dönüşüyor. Oğluna bu “zararsız aşk” hissiyatını pek yansıtmasa da kendi içinde giderek büyüyen , oğlu büyüdükçe de içinde daha çok bastıran , ömrünü sevdiği adama\oğluna adayan bir kadına dönüştürüyor . Diğer yandan Thomas’ın  annesine olan sevgisi, çocuklarda belli yaşa kadar görülen ve karşı cinsteki ebeveynine duyduğu aşk olarak tanımlanan aşamalarda  sınırları aşmasa bile filmde izleyiciyi rahatsız edebilecek sahnelere dönüştüğü görülüyordu. Yirmi yaşına geldiğinde kız arkadaşıyla aynı yatağı paylaşmaya başladığında ise Rebecca acı gerçeği bir kere daha sindirerek sessizlikle ve tebessümle karşılıyor oğlunun sosyal ve cinsel ihtiyaçlarını . Odasına kapanıp yemeden içmeden ve genellikle uyumadan günlerin dolmasını bekliyor. Filmin sonunda beklenen ama yine de şaşırılan sahneyle bağlantı kurduğum bir ayrıntı da şu ki Thomas’ın yetişkinliğe adım atmasına rağmen annesine duyduğu cinsel çekim hala devam ediyor . Bunun kaynağının geçmişte yaşayan kendisinin Rebecca ‘ ya duyduğu çekimi,  hala DNA ‘sında saklayıp habersizce taşımasından geliyor.

Çekilen mekanın atmosferi, fırtınadan kaynaklı uğultulu sahneler , kasvet ve gizem havası görüntü yönetmeninin farkını ortaya koyduğu , olay örgüsünü pekiştiren ve tamamlayan bir iş ortaya çıkardığını söylemeliyim. Keza ninnivari bir havası olan müzikler de aynı efekti veriyordu.  Genel olarak sessizliğin hakim olduğu filmde diyalogların azlığı bazı izleyicileri sıkıp filmden koparsa da aslında filmi etkileyici kılan bu anlamlı boşluklardı . Çünkü karakterlerini mimiklerine yansıtmayı başaran Eva Green ve Matt Smith’in konuşmadan da çok şey anlattıklarını düşünüyorum.



Finaliyle şaşırmak , farklı bir kurgu görmek ve sakinliğinde kaybolmak isteyen film severlere öneririm.Son olarak izleyip de benim gibi dikkatinden kaçıranlar filmin ilk dakikasını akıllarının bir köşesinde tutup bitiş sahnesiyle birleştirirlerse ne demek istediğimi anlayacaklar. Son gibi gözüken şey aslında yeni bir başlangıç anlamına geliyor .( Rebecca için )

Yorumlar